skip to Main Content
Rutin Canavarı İki

Rutin Canavarı İki

Her sabah yürüdüğüm bu uzun koridorda, iki yıldır, saat tam 08.22’de. 2. adım ellerini yıka. 4. adım vs. Bütün bir sırada zihinlere hapsolmuş benlikler. Duygusal çıkar güdümü diye anımsadığım o insan bellekleri. Köleliğe bağlanan efendilikler ya da duygularımıza yüklediğimiz değişen anlar, neyse. 6. adım konuşmak yok, ayağıma dolanan hayaletlerle kahrımı paylaştığım o küçük odama birkaç adım kala, konuşmak yok!

Tüm yaradılışın, zavallı karıncalardan, ölmekte olan insanlara kadar, her şeyin ızdırapla birleştiğini anlayamıyorum ne yazık ki. Dünyada ızdırap ve sürekli bir tatminsizlik vardır elbette. Bakın bu dört soylu gerçekten buna inanıyorum işte ama sessiz ve sarı giyimli biri de olamam.

Göz acıtan matlıktaki gri bir binanın on ikinci katında, koridorun en sonundaki odadayım. Yaşıyorum…Denebilirse. Saatlerce boyaları dökülmüş duvardaki o deliğe gözlerimi dikip, avazım çıktığı kadar bağırmaya başlıyorum. En basit haliyle rahatlama biçimi diyebiliriz. Yan odamda, onun yanındaki odada, yanındakinin karşısındaki odada ve o sıra sıra dizilmiş kapıların ardındaki bütün odalarda, insan eliyle örülmüş duvarların arasında kendi labirentini kuran farelerle beraber yaşayanlar… Benciller, küstahlar, zorbalar, zayıflar, kime göre iyiler. İlk başlarda alışmaları çok zor olmuştu ama alıştılar. Bir kısmı benim gibi bağırmaya bile başladı. Zayıflar başladı, henüz gerisi gelmedi. Arada bir odanın birinden tiz çığlıklar yükseliyor.  Bunlar normal, asıl ve kaçınılmaz kısımlar tabi. Belki şimdilik, onları, olanları değiştirmenin tek yoludur. On ikinci katı yıkabilmemizin tek yolu.  Yıkılırken her yer, ben çatıdan o boş şehri izleyip, gökyüzünde süzüleceğim. Yemin ederim.

Bazen duvarda beni kışkırtacak bir sürü şey görüyorum. Aksileştiren. Sertleştiren. Güzel şeyler de görüyorum. Düpedüz umursamazlığımı da görüyorum. O zaman daha çok bağırıyorum. Bağırmak yasak değil. İçimdeki o beni boğan canavardan, o rutin canavarından kaçabilmem için. Adını rutin canavarı koydum. Üç yıl önce sabah saat 06.00’da insanlar nefes nefese, bir uçağa, otobüsüne, sevdiklerine yetişmeye çalışırken, can havliyle sadece koşarlarken doğdu. Tedirgin ellerinin yansısı yarı kapalı yüzleriyle beslendi ve dar zihinlerde büyüdü. İki yıldır da benimle yaşıyor. Her yere benimle geliyor, bir parçam gibi. Bir gölge gibi. Sesim kesilene kadar bağırsam da gitmiyor. Dev bir fasulye gibi.  Ağzı ve gözleri olan siyah bir fasulye. Sıcak bir kundakta başlasaydı yaşama böyle mi olurdu?

Duvarda ellerimi gezdiriyorum. O sidik rengi sıvalar avuçlarımda akarken, geriye bakmaya zorlanıyorum. Kafamı kaldırıp yansımama bakamıyorum korkudan. Yalnızlığımın daha hoş yanlarını hatırlıyorum. Kalabalık caddeleri, ışıkları, yüksek müzikli bir barın içinde kayboluşumu, sıcak sarılmaları, öpüşleri, eteği havalanan o güzel kadınları, sevişmelerimizi, ay ışığını, güneşle yıkanan ağaçları ve denizin sesini. Şiddetli bir kusma isteğiyle anımsıyorum daha fazlasını. Ve birileri ayaklarımdan çekip zorla beni o deliğe sıkıştırıyor sanki. Kafası, avcı evlerinde duvarlara asılmış vahşi hayvanlar gibi, kolsuz öylece bakıyorum. Canavar bir bana bir de şehrin sessizliğine bakıp, çatallı bir kahkaha atıyor. Acınası halde olduğumu söylemiş miydim? Tadına bakmaya doyamadığımı fark etmediğim o zaman zaman renksiz, çoğu zaman ışıltılı hayatı şu an sürdürdüğüm yaşamla karşılaştırınca, daha tatmin edici olması canımı sıkıyor.

Sabah oldu. Ufak bir aralıktan gün ışığı sızdı içeriye. Işığı, gözlerimi kısıp kolumu kaldırarak engellemeye çalıştım. Biri çat diye düğmeye bastı. Beyaz ışıklı duvarlara uyandırıldım. İkinci adım ellerini yıka.

Gizem Akın

Gizem Akın

gizem@sekkahve.com

Back To Top