Ben doğduğumda annem çok ağlamış, babam anlatırdı. Doğru veya yanlış, uzun kısa.
Sevinçten ya da üzüntüden, bilemiyorum. Bildiğim, yanlış yolda yürüdüğüm. Yani bence.
Sistematik dünyanın, özgürlüğüne susamış –öyle zanneden- bir bireyi olarak o engebeli yolda
yürüdüğüm. Aslına bakarsanız böyle afili cümleleri gülünç bulurum. Koca evrende ki hayal
edebilmemiz bile o belirsizliğin içinde kaybettirir kendimi. Küçücük bir nokta bile değiliz.
Şişenin dibini görmeye başlıyorum. Tüm bunlar bu yüzdendir, bilin isterim. Küllükten gelen koku midemi bulandırıyor. Bedenim, isyan etmeyi bırakıp beni çoktan kendime bırakmış
bile… O yol. O yolda gördüklerimi fotoğraf karelerine sığdırmaya karar verdiğimde bilmem
kaç yaşındaydım beyliklerine de gerek var mı, bilmem! Hüzünlü biriyim ben. Yalnız.
Zıtlıklarımla yüzüyorum, zaman zaman boğuyor beni. Sigara içiyorum. Kolay, yakıyorum
kibriti. Unutturduğumu sanıyorum. Neyi?
Bir sineğin gözünden baktım dünyaya, kendime. Kendi gözümden sineğe… Küçüldüm,
ufaldım. Paramparça oldum. Kare kare, karelenmiş. Alçak biriyim ben. Öteye öteye
uzadığımda yok. Sigaram bitince, mektup yazacağım. Filtresi iki parmağımın arasında
ezilmiş, ağzımda kötü bir tat, dişlerimin üzerinde yabancı bir tabaka… İyi biri değilim ben.
Herkesin algısı farklıdır tabi fakat tüm kötülükleri kötülüğe sürükleyen bir çıkmaz sokak gibi.
Bir paradoks! Hem aynalar. Aynalar. Gerçeği yansıtırlar.
Mektubu yazmaya başlıyorum. Uzun sürecek belli. Zarfa koyduğum anda uyuya kalacak,
unutmaya çalışacağım. Biliyorum. Uyuşturmak gerek. Ben doğduğumda annem çok ağlamış,
ben hiç ağlamadım.
Uyandığımda mektubu göndermek üzere çıktım evden. Hayatı normal seyrinde devam eden
birinin cümleleri var kafamda. Basit. Şimdi gibi. Elleri kolları hareket eden, gözlerini
kırpıştıran, arada bir kafasını onaylar gibi sallayan, uzatmayacağım. Ölü gibi halledip işlerimi,
eve döndüm.
Soyundum.
Buz gibi her yer. Ev, ellerim. Bir sineğin gözünden baktım kendime. Günlerdir kafamda
dönen ve bir mikrop gibi beynimi kemiren o düşüncelerden, yaşamdan kurtulma zamanı,
karmaşadan kurtulma zamanı geldi. Tasarladığım gibi kusursuz ilerliyor her şey. Tam da
tasarladığım gibi hezeyenlarıma ortak fakat kesinlikle zıt. Babam ağlamamış, sakindi o.
Konuşmazdı pek. Ben bir ara çok konuşurdum. Midem bulanıyor. Boş, beyaz fayansların
soğukluğunda, floresan ışığının nasıl da tanrısal geldiğini inanın anlatamam. Hem aynalar.
Aynalar gerçeği yansıtırlar. Bir ayna karşısında duranı yansıtır. Kafamı kusmuk izleriyle dolu lavabodan kaldırdığımda, yolu gördüm. Durun! Bu kadar yüzeysel değil, canı yanıyor
aynanın. Derisi kemiklerine yapışmış, Kötülük tanımının evrensel rengini yansıtıyor. Savaş
geçiyor, içimden çocuklar, belki sessizlik. O korkunç çığlığı sessizliğin, sağır eden, yavaş
yavaş yok eden. Annem şeytana inanırmış. Ben şeytan mıydım anne? İnsanlar geçiyor,
fotoğraf! Nasıl kelebekler olmazdı ki? Kuşları, ağaçları, güzel kadınları… İyi biri değilim
ben! Ölemeyeceğim. Hiçbir zaman, ben ölmeden… Başım dönüyor, güçlü kal ya da bırak,
telkinleri bırak, onu da bırak. Telkinleri bırak, garip kelimeler geliyor mu aklına gidiyor.
Musluk bana benziyor. Ayağım… Kaydı.
Düşerken çenemi çarpmışım lavabonun en sevimsiz kenarına, fayans. Güldüm. Bir sinekle
göz göze geldim. Dünyaya. Buradan kalkacağım, başaracağım en azından, sinekler anlar, yer
soğuk. Bedenim. Ellerim uyuşuyor. Sinek. O küçücük bedeninden akan
sıvıyı, ölürken çıkardığın sesi duyacağım, dişlerim zevkten birbirine sürtecek. Canın yanar
mı?
MEKTUP
Bir ayna karşısında duranı yansıtır.
En ucuza getirilmiş “aşk”, bedelinin bir başkasının ödediği aşktır!
Böylesi bir “aşk” da “ucuz”dur doğrusu.
Beyaz bir Akdeniz evinin duvarında, kanatlarını kaşırken; bir insanoğlunun ölümcül bir
hareketi; elini kaldırdığı anda; o ele yakalanmadan uçup kaçabilen bir böcek…
Sinekler 360 derecelik görüş açısına sahiptirler.
Yani biz insanoğlunun tabiri ile “arkalarını da” görürler.
Kıskanılacak bir durum olabilir.
Kim bilir, nasıl olurdu dünya?
“Arkamızı da” görebilseydik…
Geri kalmış ülkelerde açlıktan ölmek üzere olan insanların; ağızlarının, gözlerinin içinde
görürüz onları… Gelişmiş ülkelerin sefalet simgeleridir onlar; Bir “Ne zaman bitecek bu
sömürü?” sorusudur.
Onlar; aklın her zaman işe yaramayabileceği gerçeğinin, somutlaşmış örneğidir…
İnsanoğlu doğada ki en zeki canlı olsa da; bir “sinek” kadar kolaylaştıramadıktan sonra
hayatını, bu neye yarar ki?
Belki de bir sinek kadar mutlu olmak vardı; mutluluk diye bir düşünce olmasaydı…
Eğer düşünceyse yaşam, güçse ve soluksa ve yokluğu ölümse düşüncenin; öyleyse ben mutlu
bir “sineğim”; ister yaşayayım; ister öleyim…