Kambur ve Şehir
Caddelere, kalabalığa, binalara baktım yeniden. Gün doğumuna dek, her gün, yüksek bir binanın en tepesinde yalnızlığımı besledim. Hiç kimse beni anlamadı…
Tili dışında.
Tili, benim çocukluk arkadaşım. Onu, her gece gittiğimiz şans sokağında dejavu etkisi altında, defalarca sevdim. Tilinin şans sokağı… Şarap içip, kurduğumuz hayallerin içinde yaşadığımız tek yerdi. Bu beton şehirde gölgemize uyandığımız. Onu da aldılar. Kapadılar. Her geçen gün daha da kötü kokan, gri, kalın bir perdeyle… Kapadılar.
Şimdi nerdeyim biliyor musunuz? Yüksek bir binanın en tepesinde. Gökdelenleri görüyorum. Gök delen! Bakın bu her seferinde kafamı karıştırır. Bu içine sıçtığınız dünya, tepeden saçmalıklarınız. Her zaman kafamı karıştırır! Tepede ama aklı başında. Şehir manzarasına karşı bir şeyler içiyor. Her sabahbulantıyla uyanıyor belki. Yanlış toprağa ekilmiş bir bitki gibi. Kuruyor… İntihar düşünceleri geçiyor kafasından. Çaresiz. Sahi çaresizlik çok aşırı olmadı mı? Zaten şans sokağında kurduğumuz hayallerde en çaresiz anlarımızda değil miydi? İçimizi sıkan gecelerin kaçışında, nefes almaktan bile aciz olduğumuz o nemli, is kokulu gecelerin sabahında. Şarabın son yudumunda… Yani konu hep başka yerlere geliyor.
Şimdi, ellerimi cebime soktum. Üşüyorum. Üşüyorum ve sanırım biraz kamburlaştım.
Çatısını burdan görebildiğim bir binanın 12. katında siyah ceketli, gri pantolonlu adamlar var. 11. katında aynı. belki renkler biraz daha farklı. 10. katında kehribar rengi uzun bir masa… Yüksek sandalyeleri dolu. Herkes birkaç saattir birbirine bakıyor ve hiç kimse bir şey anlamıyor sanki. Duruşları dik ve çoğunlukla saçları kır. Ben olsam, bu korkunç masanın ve sıkıcı duvar renginin kaç kişinin birkaç başka kişinin ortak fikirleriyle seçilmiş olduğunu düşünür, sandalyemi döndürüp dururdum. Sandalyesini döndüren zaten yok. 9. katında bir sandalyede ben oturuyorum. O sandalye yüzünden ya da üşümekten, biraz kamburlaştım.
Gökyüzüne bakıyorum. Trafik duruyor. Sakinleşiyorum. Ona yakınlaşma çabam bundandır. Umudumun son basamağındayım artık…
Tili geliyor yanıma. Gittikçe büyüyen kalabalığa, siyah şemsiyelere bakıyoruz. Çocukluğumdaki gökkuşağı renklerindeki şemsiyemi anımsıyorum. İnsanlar, sesler… Dertop oluyor her şey.
- Kendine düşmanca nefret beslediğini farkında bile değilsin. Dedi.
- Çok üzgünüm.
- Kendini öldürmek istemene ne neden oluyor?
Ona bakıp gülümsedim.
- Her şey…
O kitaptaki gibi yeniden sordu.
- Her şey mi?
- Evet. Bu yüzden de bazen delirdiğimi düşünüyorum. Beni çok korkutuyor. Çıldırmak.
- Bir ses geliyor kulağıma uzaklardan. Bir ormandan geliyor, belki dalgalar, kuşlar. Bir çingene mahallesinden de geliyor olabilir. Kim bilir? Ne yapsam şimdi?
- Ben hiçbir şey duyamıyorum. Burada hiçbir şey duyamıyorum Tili. Sadece başım dönüyor.
Gitti… Ben de gittim. Aidiyet zincirleriyle, gittikçe büyüyen zincirlerle yaşadığım, sonu zamanla biten bir yerlere.
Uyudum, uyandım. Aynı. Uyudum, uyandım. Aynı. Ertesi gün bir daha uyandım. Aynı. Gün doğuyor, yeniden uyuyorum. Gece oluyor. Aynı. Nerdeyim biliyor musunuz? O da aynı. Birini kaldırsam ayağımın, bir taş düşecek aşağıya. Kadınla ilgisi yok.*
Tili, bir tramplenden sonsuz maviliğe atlıyor belki. Bir sıçrayışta bulutlara dokunuyor. Geceden kalan ayak izlerini takip ederek gün doğumuna yürüyor. Köpek veya insan. Kumda ya da karda ne fark eder? Farklılıklar değil miydi tüm bunların sebebi? Yanlış anlaşılmış farklılık arayışlarımız…
Aşağıya bakıyorum, arabalar… Eğilsem iki parmağımın ucuyla alabileceğim küçüklükte bir sürü araba. İki parmağımın arasında ezebileceğim, karşı karşıya getirip çarpıştırabileceğim… Neyse.
Üşüyorum.
Biraz daha yaklaşıyorum uca, en ucuna.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.* Şans sokağı da yok, o da yok…