Garip, ucube, ya da deli değilim. Sadece benim gerçekliğim, sizinkinden farklı.
Evde otura otura artık canım sıkılmaya başlamıştı, yapacak bir şey bulamıyordum. Bir iki kez hala bitiremediğim kitaba göz attım, ama onda da ne resim vardı, ne konuşma. Zaten her şey olması gerekenden daha sıkıcıydı. Biraz yalnız kalmaya ve gitmeye ihtiyacım vardı. Kafamdan atamadığım o düşüncelerin ve uzun süredir her gece gördüğüm o aynı rüyanın peşinden gitmenin tam zamanıydı. Yani belki de. Odama gidip küçük sarı bavulumu yatağın altından aldım. İçine ne koyacağım bir türlü aklıma gelmiyordu. Her yere her şeye baktım ama yine de bulamadım. Gideceğim yerden de bir şeyler alabilirdim. Evet. En iyisi buydu. Nereye gideceğim ki? Gitmek istiyordum sadece. Belki elimde içi dolu bir bavulla geri dönebilirdim yeniden.
Dışarı çıktığımda hava güneşliydi, sıcaktan serseme dönmüştüm. Birden pembe gözlü bir Beyaz Tavşan koşarak yanımdan geçti. Merakımdan tarlada Tavşan’ın arkasından koşmaya başladım, tam zamanında yetiştim de onun bir çit altındaki koca bir tavşan deliğine girdiğini gördüm. Kendimi deliğe attım ben de. Buradan bir daha nasıl çıkabileceğimi düşünmek aklıma bile gelmemişti. Pek umurumda da değildi.
Tavşan deliği önce bir tünel gibi düz gidiyor, sonra birdenbire dikleşiyordu. ”Acaba dünyanın bir yanından öbür yanına kadar düşecek miyim? Kendimi baş aşağı yürüyen insanlar arasında buluvermek çok hoş olacak doğrusu! Antrepoydu galiba!” Beni dinleyen bulunmadığına sevindim, çünkü sözcük bana bile doğru görünmemişti. Bu düşmenin bir sonu gelmeyecek miydi acaba? Dünyanın ortasına yaklaşıyor olmalıyım. Ansızın bir gürültü oldu. O uzun düşüş artık bitmişti. Yitirecek vaktim yoktu. Tavşan’ın peşinden koştum ve tavana asılı bir sıra lambayla aydınlanan uzun, basık bir salonda buldum kendimi. Salonun dört bir yanında kapılar vardı, ama hepsi de kilitliydi, buradan nasıl çıkacağım diye derin derin düşünerek salonun ortasına doğru yürüdüm. Karşıma üç ayaklı bir masa çıktı. Üzerinde de yalnızca küçücük altın anahtar vardı. Salonu dolaşırken alçak bir perdenin önüne geldim, daha önce bu perdenin ayrımına varmamıştım bile, arkasında da küçük bir kapı gördüm. Hemen o küçük altın anahtarı bu minicik kapının kilidine soktum. Kapı küçük bir geçide açılıyordu, geçit de ancak bir fare deliği kadar genişti, fazla değil. Diz çöktüm ve geçidin öbür ucunda ömrümde görmediğim kadar güzel bir bahçe gördüm. Şimdi, bu karanlık geçitten kurtulup o serin çeşmeler, o renk renk çiçek tarlaları arasında dolaşma düşüncesi içimi titretiyordu. Ama kapıdan başım bile sığmıyordu. ‘Ah! Bir dürbün gibi uzayıp kısalabilseydim ne iyi olurdu! Çünkü deminden beri öyle olmayacak şeyler olmuştu ki artık yapılması olanaksız pek az şey bulunduğuna inanıyordum. Etrafa bakındım. Bu kez masanın üstünde bir şişe buldum. ”Demin burada olmadığından eminim” İçindekini tatmaya cesaret ettim ve tadınca da pek güzel buldum. ”Bana garip bir şeyler oluyor. Sanki bir dürbün gibi kısalıyorum.” Şimdi üç parmak boyundayım. Artık o küçük kapıdan geçip, o güzel bahçeye girebilecek boyda olduğumu hissedince yüzüm güldü. Kumaş parçalarının arasından sıyrılarak çıktım. Tam kapıya geldiğim zaman bir de baktım ki altın anahtarı almayı unutmuştum. Masaya koştuğum zamanda gördüm ki artık masaya yetişmem olanaksız bir şey olmuş. Yanımda getirdiğim sarı bavuluma tırmanmak bu cam masaya tırmanmaktan daha kolay olacaktı. Biraz zor olsa da masaya ulaşıp anahtarı sürükleye sürükleye düşürdüm. Ama bu sefer de bavulu o fare deliğinden geçiremeyecektim. Yere oturdum ve ağlamaya başladım.
O sırada gözlerim, cam masanın altında duran küçük bir şişeye ilişti, hemen açtım, içinde küçük bir çörek buldum. Çöreğin hepsini bir güzel yiyip bitirdim. ”Büsbütün acayipleştikçe acayipleşiyor” diye haykırdım (o kadar şaşırmıştım ki artık doğru dürüst konuşmasını bile unutmuştum). ”Şimdi de dünyanın en büyük teleskopu kadar uzuyorum! Tam o sırada başım salonun tavanına çarptı: şimdi boyum üç metreyi bulmuştu. Hemen altın anahtarı kaptım, nerdeyse görünmeyen bavulumu aldım ve bahçenin kapısına koştum.
Zavallı ben! Bütün elimden gelen ancak yere yatıp tek gözümle bahçeye bakmaktı. O yana geçmek şimdi her zamandan daha umutsuz bir işti, oturup yine ağlamaya başladım. Salonun yarısına kadar yayılan beş santim derinliğinde bir gözyaşı birikintisi oluşuncaya kadar, litrelerce yaş dökerek ağladım durdum. Bir süre sonra uzaktan ayak pıtırtıları işittim. Bu gelen bir elinde yelpazesi, öbür elinde beyaz eldivenleriyle, olağanüstü şık giyinmiş Beyaz Tavşan’dı. Tavşan beni görünce öyle bir ürktü ki eldivenleri de yelpazeyi de yere düşürdü, sonra olanca hızıyla karanlığa doğru kaçıp kayboldu.
Yelpazeyle eldivenleri yerden aldım. Ayağa kalkmaya çalıştım. Su birikintisinden bavulumu bulup aldım. Bu bavulu babam hediye etmişti. Gördüğüm hayallerden dolayı delirip delirmediğimi safça babama sorduğumda babam, alnıma elini dokundurup: “Evet sen delirmişsin, ama sana bir sır vereyim, bütün iyi insanlar senin gibi delidir, hafiften üşütüktür. Demişti. Bu bavulu da çareyi, annemin sıkıcı nasihatlerinden ve çevremdeki nefes kesen korselerden kaçmakta bulduğumda yanıma alır, beyaz tavşanı takip eder ve her zaman içi dolu dönerdim. Odamda dolaşan ve sadece benim hissedebildiğim, anlayabildiğim her biri farklı karakterde bir sürü hayalet vardı sanki. Bu ruhlar, odamdaki tuhaf resimler, haritalar, üstünde portakal reçeli yazan içi boş bir kavanoz, minyatür nargile ve şapka bu bavuldan çıkanlardan sadece birkaçıydı.