Yunan Tütünü
Gözlerini açtı. Yere düşerek parçalandı her şey. Duvar dibine sindi. Huzuru aradı. Yavaşça sıçradı. Birini arar gibi bakındı odaya. Kendini izleniyor hissetti ve kendisine çevrilmiş gözlerin, onu soluksuz bırakıp hareket etmesini engelleyen yapışkan bir ağ ördüğü izlenimine kapıldı. Birine anlatmayı diledi, içindeki bastırılması zor tiksintiyi. Gittikçe şeffaflaşan anılarını. Korkularını. Korkmak her şeyi yıkardı. Öyle değil miydi inandığı? Korkular, kurtulamayacağınız zincirlerdi. Birine anlatmayı diledi. Belki hiç tanımadığı birine, belki kapının ardındakine. Gece vakti, ıssız bir kumsala bırakılan bebeğin korkusuzluğuna.
Gece. Ay ışığı. Yunan tütünü. Şaşkınlığım ne kadar da gülünç geliyor şimdi. O adam. Hali gözümün önünde beliriyor, fısıldıyor sağır kulaklarıma. Ağzının kenarında sigarası. Elleri. Ateşin başında ısıtmaya çalıştığı çizilmiş elleri. Denizi izleyen köpek. Momo. Son damlası şarabın. Kimdin sen? Kimim ben? Bir ses duydum sanki. Baştan aşağı titriyorum. Üşümüyorum. Hatırlayamıyorum da. Zihnimi koca bir çukura gömmek istiyorum. Bir ateş. Çadır. Sarı ışığı vardı. Sarı ışığını çok severdim. Ne garip konuşuyordu. Kimdi?
Hayatı boyunca, tükenmek bilmeyen bir huzuru aradı. Üstelik herkes gibi buyruklara göre yaşayarak. Tükenmek bilmeyen bir huzur, söylenmiş en aşağılayıcı şeydir. En başında dökmeliydi kırıntılarını. Başka bir yolda, çok yanlış bir yoldaydı.
Bu uğultular, beni delirtecek. Her şey netliğe kavuşmalı. Tartışılmaz bir netliğe. Yutkunamıyorum. Sonlandıramıyorum çaresizliğimi. Çaresizliğim, boğuyor beni. Sahi, çaresizlik çok aşırı olmadı mı? Boğuluyorum. Zihnimin içinde dertop oluyor her şey. Sesler, görüntüler. Kaybolmuyorlar. Kaybolmalarını diledikçe, eridikleri yerden beliriyorlar. Gittikçe çoğalarak. Eriyorlar, yeniden çoğalıyorlar. Deliriyorum.