Ve bir sayfada şöyle yazıyordu, aslında acıyı didiklemekten başka zevk yok ve aşınan, çürüyen duyumların donuk, ağır akışından başka şehvet –
Göğsüme eğildiğinde, sana odaları açan o kokuyu bile duymaz olacaksın. Bedeninin ılık ve yorgun uyuşukluğunda tüy gibi hafiflediğimi, hala bir tüy gibi süzülmeye devam ettiğimi, başıboş gezindiğin o görkemli rüyaların, başka gerçekliklere dönüştüğünde hatırlayacaksın. Kollarımdayken, oraya gelene kadar kat ettiğin yolları bile unutacaksın. Anlattığın heyecanlı sokakları ya da heyecanla anlattığın sokakları, anımsanmadan… Yüzünü güneşe dönen çiçeklerin, karaltılara dönüştüğünü, ihtimallerin en ucundaki muhafızlar sana anlatacak. Hiçe sayılmış varlığında, aynadaki solgun, anlaşılmamış ve unutulmuş yüzüne baktığında fark edeceksin. Dalkavuklar tarafından korunan aciz bir kral gibi, saçma, solgun, anlaşılmamış, unutulmuş, hüznü çağrıştıran tüm çiçekler gibi, solgun, anlaşılmamış, insanı ağlatan tuhaf çalgılarla, bir uçurumun kenarında yükselen eski bir sarayda, anlaşılmamış, unutulmuş, yalın bir ölüm sofrasına oturacak kral, saçma, solgun, parlak kadifesi artık eprimiş bir kumaşa evrilmiş tahtında, ruhların yıprandığı, esrarlı tanrıların bile sönüp gittiği, solgun, saçma, çıplak ağaçlar gibi, gezegenin en ucunda, en kıyısında yükselen sarayında yalnız bir kral gibi. Gideceksin işte.
Ev artık bir harabeydi. Gece, bahçendeki patikaları, ağaçların altını, yolları kapladı. Güneş ise yarın yine yakıp kavuracak. Arzularımız, bu gece korkulara sığınmayan hayaletlere dönüştüğünde, aşkın şan istemiyor oluşunu hatırlayacaksın. Ölümün, umutlu günlerinin pervasızlığında unutulduğunu mu fark ettin? Çok mu karanlıktı yazılanlar? Gizeme hükmeden imparator, fantastik muhafızlar, tanrılar ve kaderin saçmalıkları.