skip to Main Content
Değişmeyen

Değişmeyen

Elimde tuttuğum kadehi istemsizce okşuyorum. O, anlatmamı bekliyor. Anlatacaklarımı dinlemek için gereğinden fazla ilgi göstermesi beni gerçekten rahatsız ediyor. Kafamda yarattığım bütün o fantastik düşünceler, bütün o illüzyon, vagonları çeken atların, yerini buharlı lokomotiflere bırakması gibi yok oluyor. Aynı sonlarda takılı kalıyorum. Anlatmayacağım. Belki anlatırım, anlatmam. Anlatsam… Anlatmasam. Anlatmıyorum. Kafamı hızlıca çırptım. Evet çırptım.

Sandalyesini bana yaklaştırıyor, uğultu sesini elimle yok etmeye çalışıyorum. Kafamdaki o türlü türlü düşünceler soluklaşıyor ve yavaşça başımı omzuna koyuyorum. Ve kokun beni içinden çıkılmaz büyülü uzaklıklara çekiyor. Sakince, canımı acıtmadan. Evde gri ve hastalıklı bir hava var. Sence de öyle değil mi? Çok öncesinin öncesinde karanlığın içinde dans ettiğimiz o merdivenin altına benziyor. Sanki yakalanırsak öleceğiz. Ölecekmişiz gibi ama ikimiz yan yana gelince. Yan yana gelince sanki çok güçlü oluyoruz. Sevgilim, insanın ne yaptığını bilmeden yaşadığı günleri oluyor. İçimi okuyabilsen, gider miydin? Kulum kölem mi olurdun? Camın yanında sağ üst köşesi aşağıya doğru kaymış olan tablo bütün ölümcül yaralarımı yüzüme vuruyor. Boticelli’nin la Primavera’sını daha önce hiç düşündün mü? Neşeyi, sevinci, dansı? Çiçekleri ve perileri? Şarap koysana bana.

Çocukluğumda kendimi masal kahramanı gibi hissettiğim tren yolculukları vardı. Yoktu. Tüneller, ağaçlar, mağaralar… Kafamı o kutu gibi camdan çıkarıp, bir yılan gibi rüzgarda süzülüp ardından pat diye düşüşümü hayal ederdim. Kalktığımda bir böcek gibi küçülen o treni ayak ucumla ezip, ufalanan kırıntılarla, arkama bile bakmadan sonsuz yeşillikte güneşe koştuğumu… Hayır. Biliyorum, kendine ütopik bir dünya kurar ve aslında onun çok dışında yaşamayı öğrenirsin. Hafifleşiyorum sanki. Hissizlik midir hafiflediğini zannetmek? Bakma bana. Yolunu bulur her şey sevgilim, öyle salaklaştığımız bir dünyada yaşıyoruz ki, bize dayatılan ya da enjekte edilen mi demeliyim bilmiyorum, işte bütün o saplantılarla yaşamayı öğreniyoruz. İnsanlar hiçbir şeye aldırmıyorlar artık. Onların arasında kaldıkça yok oluyoruz ve ben aradığım ne varsa, bulamıyorum.

Abartısız tavırlarını, dudak kıvrımının o bende yarattığı ürpertici etkiyi, parmak uçlarımdaki karıncalanmayı, şakaklarımda hissettiğim uyuşukluğu ve telaşsızca yanıma gelişini izliyorum. Kaç gündür bu şekilde yaşıyorum? Kafamın içinde patlamaya hazır bu bombayla kaç saatler, içimde büyüyüp duran ip topu ve üstünü karalamaktan yırtılmış kağıtlarımla, kaç yıllardır böyle yaşıyorum ben?

Siz de artık bu yazının sona yaklaştığını hissetmiyor musunuz?

Gizem Akın

Gizem Akın

gizem@sekkahve.com

Back To Top