Nedir yaşam? Bir delilik! Nedir yaşam? Bir yanılsama! Bir gölge! Bir masal!
Jostein Gaarder
Kapıdan içeri giren adam, önce derin bir nefes aldı. Büyük adımlar atıyordu. Yanımdaki kadın
kafasını sola çevirip, bana baktı. Bana baktığını hissettim. Sonra etrafına baktı. Adamın
salondakilere yaydığı enerjiyi ve kendisinde ilk bakışta hissettiği değişimi onaylamak ister
gibiydi. Diğerlerinde. Adam siyah tişörtünün üzerinde gezdirdi ellerini ve herkese sevgi dolu
gözlerle baktı. Gözbebeklerine… Sağ ayağını kaldırdı ve kuş gibi masaya kondu. Kocaman
adam, kuş gibi! Ne hacet! Arkasında gevşekçe topladığı saçlarını okşadı, yüzünü okşadı ve
anlatmaya başladı…
– Ellerle şifa verme sanatı çok eskidir. İnsanlar bunu zamanın başlangıcından beri
yapmaktadır. Hasta olan veya yaralanmış bir insanın üzerine ellerinizi koymak çok
doğal bir içgüdüdür. Anneler bunun bir örneğidir. Bir çocuk incindiği zaman anneler
ellerini incinen yere koyar. İnsan dokunuşu şifa veren özen ve sevgi iletir. Size
anlatmak istediğim şey manipülasyonlarla elde edilen geçici bir tedavi yöntemi
değildir ve politik, felsefi veya dini görüşlerle bağlantılı olmayan saf sevgidir.
Ellerimizde ve tüm vücudumuzda hissedeceğimiz bir yaşam akışıdır.
Göz bebeklerimize baktı. Gözlerimi kapattığımda her şey boş ve soğuk geldi. Usulca
sandalyeden kalktım ve gözlerim yanımdaki kadının dudak uçlarına takıldı. Bir alay dudak
uçlarında… Kalktığım yerde düşüncelere daldığımı hatta uzun süre kadının dudak uçlarına
baktığımı, arkamda oturan adamın sinek gibi vızıldayan sesi fark ettirdi. Belki bir şey
söylemedi, yüzüme bile bakmadı belki. Toz oldu her yer, ağlamaya başladım. Yanımdaki üç
sıra kadının dizlerine çarpa çarpa toz bulutlarının arasından kapıyı bulup, çıktım oradan.
Kaçtım. Bu değil!
Uyandığımda küçük bir odadaydım. Eve gitmek istememiş olmalıyım ki bir otele gelmişim.
Gece dolaştığımı anımsıyorum sokaklarda. Dar sokaklardan geniş caddelere, ışıl ışıl yüksek
müzikli yerlerden, kedinin nefesini duyabildiğim darlıktaki sessiz kapı önlerine. Yataktan
kalktım ve camdan dışarıya baktığımda dilerdim ki… Boş bir duvar. Gri, pis, yer yer çatlak.
Size belirtmeliyim ki, içimdeki koca boşlukta savruluyor ve her geçen gün kendi kendimi
arıyorum. Yazık değil mi? Değil! Ben insanların sevgisini anlamıyorum. Kimseyle ten
uyumum yok. Mutlulukları beni mutlu etmiyor, gözyaşlarını sadece izlemekle yetiniyorum ve
ağızlarından dökülen her bir harf buharlaşıp yok oluyor. Ve ben acı çektiğimi pardon aslında bunu zannediyorum. Anlatmaya lüzum yok tüm bunları. Kısaca. Bu şekilde… İyileşeceğim.
Kusarak, uyuyarak belki kırbaçla.
Boş duvara baktım. Tavana baktım. Kapının tam önündeki tek kişilik yatağa, yatağın
yanındaki çekmecesinin kulpunun yarısı kırılmış komodine, çıplak yerlere, duvarlara. Ellerimi
gezdirdim duvarda, pütürlü duvar. Ellerimi bastırdım, ellerimi acıtana kadar yürüdüm küçük
odada. Kim bilir, sürünüyor da olabilirim. Gümüşçün böceklerini bilir misiniz? Çoğu ortamda
yaşayabilirler. Zemin ve bodrum katları, çatı katları… Karanlık, nemli yerler.
Çantamı alıp, otelden çıktım ve eve gittim. Açım. Bugün müzik dinleyip dans edeceğim.
İyileşmeyi deneyeceğim. Gümüşçün böcekleri, çiftleşme öncesi aşk dansı yaparlar bilir
misiniz? Birçoğu gibi. Karnımı doyurup üstümü değiştirdikten sonra açıyorum müziği, biraz
dinleyip, dans etmeye başlıyorum. Tek başıma, ayaklarım çıplak. Müziğin arkasında belli
belirsiz hissettiğim yabancı bir ses. Havada sanki yosun kokusuna karışmış tanımlayamadığım
keskin bir koku var. Umursamıyorum. Rüyada gibiydim. İnsanlar gözüme görünenler
alaca karanlıkta dar bir yolun ortasında gezer sarı saçlı muz yiyen bir kadınla yeşiller daha
yeşil sokak lambasının ışığında küçük bir böceğin gölgesi. Toz oldu her yer. Müzik durdu,
ağlamaya başladım. Gümüşçün böcekleri gözyaşı şeklindedir bilir misiniz?