Hayatın zenginliği, unuttuğumuz anılardadır.
-Cesare Pavese
– Bu bankta ve yine bir hikaye başlıyor desene…
– Yeni denemez.
– Yeni demedim. Adı ne?
– Çiçek saçlı kadın…
Adam kadına bakıyor epey uzun. Uzunca. Bankın üstünde sola doğru kaya kaya, yavaşça kollarının altına alıyor kadını. Duymuyor değil yanlış anlıyor bazen kelimeleri. Hava rüzgarlı, serin. Kadın gülümser gibi yapıyor sanki yüzündeki uyuşukluğu kontrol ediyor. Saçları yaz kokuyor, ardında bıraktığı denizin coşkusunu yavaşlatıyor. Sepetim gibi diyor adam. Çiçek sepetim…
Rengarenk. Girdiği sokakta camlardan içeri bahar kokusu salar, kafasını her yukarı kaldırdığında güneşi duyumsardı. Kelimelerle anlatamadığını anlatırdı aşıklar, ölüler vicdanlarını taşırdı dirilerin. Ya da bir kadın… İçinde tek bir karanfil olan vazosunu eklerdi talihsizliğine. Ya da yalnız bir kadın… Yanında sonsuz şarap ve sigara içerdi. Çöpe atılırdı kimisi. Annelerin avuçlarının içinde, tatlı sözlerinde yaşam bulurlardı yeniden.
Kadının saçları adamın yüzüne çarpıyordu. Rüzgar, ağaçların dallarının arasından ikisinin de dualarına karşılık veriyordu. Genç kadının adamın çizgilerini sevişine… Derisi sıyrılınca hepsi aynı değil mi? Kan, kas, yağ. Bir kemik yığını…
– Anlatsana! Dedi kadın.
Adam düşündü. Unuttu, hatırlamaya çalıştı. Kadının saçlarından öptü. Güldü kadın.
Yaşanılan her şey gerçekti ve onlar hikaye zannediyorlardı. Yaşanılan her şey gerçek diye düşündü adam. Hikayenin adı neydi? Çiçek sepeti. Dudaklarım uyuşmaya başladı uyuşması ve karıncalanması hep karıştırırım soğuğu sevdiğimi söyleyip duruyorum sevmiyorum soğuğu sevmeyi sevmiyorum kötü biri değilim iyi değilim öyle
söylemişti annem sen sadece kendini düşünürsün annemi özlüyorum kendimi mi düşünüyorum hep? Bencilin tekiyim ama paradan param vardı çok gerisi yok annem nasıl da öpmüştü giderken ama denizi seviyorum seni ve ağaçları. Her şey göründüğü gibi değil böyle düşüncelerle ve otlarla ve seninle. Üşüyorum…
Kadın kafasını hafifçe uzattı yukarıya doğru. Yeniden öp der gibi. Şimdi daha çok
güldü. Gün batımını seyrederlerken adam hikayeyi anımsamaya çalıştı. Ve sanki yaşlanacak, yaşlı değilmiş gibi. Düşündüğüne güldü. Yaşlanacak torunları olacakmış ta onlara anlatacak. Uzaklara dalacak gözleri. Uzaklara dalacak ve anlatacak…
Tıpkı böyleydi hava. Üzerimde aynı ceket, sevdiğim işimin son günlerinde harikulade evime doğru yürürken… Evimi çok severdim. Bilirsiniz herkes güzelleştirir yaşam alanını. Kimi soğumakta olan bir cesedin sessizliğiyle boşluğa bakar uzunca, duvardaki izlere, kokusunu sever. Eşyalarını. Belki sadece mutfağını, kitaplığını, tablolarını… Herkes sever işte bir parçasını. Ben terasını severdim. Küçük çatı katı dairemin çiçeklerle dolu terasını… Neyse. Evime doğru yürürken omzumda bir el hissettim. Önce kafamı çevirdim sonra bedenimi. Korkmuştum. “Defalarca seslendim duymuyor musunuz beni? Koşarak yetişmeye çalıştım ancak uçar gibi yürüyorsunuz!” diye sitem etti karşımdaki. Kaşları çatık, yüzü bembeyaz… Gösterişsiz bir tokayla tutturulmuş bal rengi saçları ve kokusu, kokusu gürültülü bir barın yalnızlar sandalyesi, bisikletler, ayağıma yapışan kumlar, çimen. Kokusu kahkahalar, örümcek ağı. Yutkunamadım. Korkmuş, hayallere dalmış ve yorgundum. Hayatı deveran ettiren hayallerim. Nerden aklıma
geldiyse, birbirimizi oynatıp duruyoruz aklımla. Elimi bile nereye koyacağımı şaşırdım o an. Sepetime baktım ben de. “Papatyaları istiyorum!” dedi, sol elinin işaret parmağıyla sepetimde kalan son çiçek buketini göstererek. Emreden ses tonu ona aitti, yadırgamadım. Şaşkınlıkla baktım yüzüne. Beton gibi sert, çizgisiz, ifadesiz, beyaz,
güzel yüzüne… Onunla çekişirken çiçek açarsınız. Yüzüne vurulmuştum. Anlatsam uzun yollar gerekir. Saatlerce anlatmak isterim ama bilirsiniz her şey göründüğü gibi değildir. “Dediğimi anlamadınız herhalde!” dedi tek kaşını kaldırarak. “Evet, o solmuş, kokusuz çiçekleri istiyorum.” Çiçekleri sepetimden alıp yavaşça uzattım sonra düşündüğümde ne kadar yavaşsa o kadar işte. Solmuş dedi. Fısıldadı. Solmuş… Sepetimin içine bir dilenciymişim gibi birkaç bozukluk atıp hızlıca yürümeye başladı. Yavaşladı bir ara. Arkasına, sağına soluna baka baka yürümeye devam etti. İçimden bir ses onu takip etmemi söylüyordu. Ben öyle biri değilim. Güldüm ama onu takip edemem. Et. Onu takip et. Etme. Hayır. Evet. Bağırıyor, kayalara çarpıyor, yankılanıyor tekrar. Hayır. Et. Susmuyordu. Kafamda. Düşünceler savaşmıyorlar, yarışıyorlardı sanki. Saniyelerle, gittikçe küçülen, gözden kaybolmaya başlamış siluetiyle boğuşuyordum. Meraktan öte bir şey değildi. Biliyorum. O güzel yüzünün, saçlarının, kafa derisinin koltuğuna oturduğunda sıyrılıp bir şeytana dönüşmesini, bütün bedenini kolaylıkla çıkarıp ayaklarının altına alışını, o korkunç geçmişini görebiliyordum. Koltuğunu da görebiliyordum. Kapalı perdeler ardındaki tek odalı
evin az eşyasından biri. O koltuk. Yanmış, kusmuk izleriyle dolu. Ağlamış belli. Vazgeçtim onu takip etmekten. Belki karşılaşırız dedim. Borges’in bir hikayesinde sonsuza dek birbirinden kaçacak kadar çok sevenler diye bir söz geçer. Öyle yaparız belki. Korkaklığım midemi bulandırdı, tek taraflı zevkimin tadına vardım. Ve o birkaç dakika benim için bir an gibi miydi daha mı kısa daha mı uzun bir hiç mi ben mi yanılıyorum bilemiyorum. Başa saracak, tekrar tekrar izleyecektim zaten.
Gün batıyordu. Hava iyice soğumaya başlamıştı. Kadın adamın kollarının altından
yavaşça sıyrıldı. Gidelim dedi. Kadının yüzüne baktı adam, beyaz, çizgisiz yüzüne.