skip to Main Content
Paprika

Paprika

Kalabalığa karışmıştım. Kalabalıktaki insanların hepsi teker teker hayatın geçmesini bekliyordu sanki. Aynı anda. Bekleyişin uğultuları. Şu an yaşadığım durum günler önce hiçte bu kadar yakınmış gibi gelmiyordu. Birkaç kez gözlerimi açıp kapattım. Bu süreç bir göz açıp kapamakla tamamlanacaktı sanki. Bu yolculuğa neden çıkıyordum? Yapmak istediğim bu muydu? Ya da istemediğim. Gitmeliydim. Olanları tüm belleğime yerleştirip, geçip giden yolları, insanları ve en önemlisi kendimi bulacaktım. Şimdilik bulma yollarımdan sadece biri. Kim bilir? Her ne şekilde olursa olsun, yolda geçen zaman yabancıların arasında geçecekti ve aradığım bu da olabilirdi. Kafam o kadar karışık ki. Bu karışıklık önüne geçemediğim kararsızlıklara yol açıyor ve beni büyük bir girdabın içine sokuyor. Trene bindim. Çocukluğumda kendimi bir masal kahramanı gibi hissettiğim tren yolculukları geçti aklımdan. Tüneller, ağaçlar, mağaralar… İçim sıkıldı. Etrafımda oturan insanlara kendi maskemi takamamış, kötü kokuları ve neşesizliği kovalayamamıştım. Yeni tanıştığım birinin, anlatacağımı dinlemek için gereğinden fazla ilgi göstermesi beni gerçekten rahatsız etmişti. Kafamda yarattığım bütün o fantastik düşünceler, bütün o illüzyon, vagonları çeken atların yerini buharlı lokomotiflere bırakması gibi yok olmuştu.“ Yine aynı sonda takılı kaldım. Bir şeyler karalıyorum ve üstünü çiziyorum. Olmuyor. Aklıma türlü türlü düşünceler geliyor. Hepsi dertop olup büyüyorlar ve kafamın içinde patlamaya hazır bir bomba gibi duruyorlar. Başım ağrıyor. Ben nasıl böyle bir adam oldum? Şu kalemin ucunu açmalıyım artık. Kapı mı çalıyor?

 

Kapıyı açmaya giderken babamın odasından çıkan sigara dumanına baktım. Birkaç gündür odasındaki tahta masaya oturuyor. Sigara paketini açıyor ve o paket bitene kadar diğer elinde bir kalemle saatlerce yeşil kapaklı defterine bakıyor, karalıyor sonra da uyuyordu. Oda alkol, sigara ve biraz ter kokuyordu. Arada bizimle yemek yiyor, kahve içiyor sonra içkisini alıp odasına geçiyordu. Yeşil kapaklı defterini arada açıyor ve yine yazamıyordu. Sadece karalıyordu. Yanındaki kitaplığa kafasını çevirip, tiksinç bir ifadeyle içkisini yudumluyordu. Yorgun, hiçbir şey hissetmeden alışkanlıktan yaşamayı sürdüren bir insan. Bir gün ona tamamlaması gereken şeyin ne olduğunu sordum. Bir tren yolculuğu! dedi. Çok fazla rahatsız edilmeyi sevmiyordu ve fırsat buldukça yeni sorular sorup, bir iki kelimelik cevaplar alıp sonuca ulaşmayı planlıyordum. En azından ona yardım etmeyi çok istiyordum. Kim bilir belki de bu durumdan besleniyor olabilirdi ve onu varlığımla her geçen gün zehirliyordum. Kapıyı açtım, gelen annemdi. Elinde yine ufak, hasır bir sepet vardı. Bahçeden topladıklarını bu sepetin içine koymaya başlamıştı. Tanıdığım en iyi aşçı olmuştu. Harika işler çıkarıyordu. İçindeki yalnızlığı yeşilliklere, bıçak darbelerine bırakıyordu. Babam kendisini anlamayan kelimelerle dolu kağıdına, annem paprikalara saplanan yalnızlığına alışmış gözüküyordu. Ben. Ben yalnız kalmanın esaslığını ne zaman anlayacaktım? Annem suratında şeytani bir gülümsemeyle sebzelerini yıkamaya başlamıştı bile. Odama gidip, küçük bir çanta hazırlamalı ve bu evden uzaklaşmalıydım. Belki de benim en belirgin özelliğim buydu. Gitmek. Sonunda kafamda örümcek ağlarıyla değil, tatlı hayallerle yaşamak benim de hakkımdı.

 

İçerden gelen gürültülerden gitmek üzere olduğunu anladım. Ona nereye gideceksin diye sormayacağım. Biliyorum geri dönecek. Henüz bir olay dahi yaşanmamışken terk eder gibi kapıyı çarpıp çıkardı. Biliyorum geri dönecek. Kendime harika bıçaklar aldım ama bugün canım pek bir şey yapmak istemiyor. Salata yapabilirim. Biraz avokado, roka ve nar taneleriyle… Yanına da soslu bir makarna yaparım. Ben Sevim. Sevim Atasoy. Adımı biliyorum. Bazı anları hatırlıyorum. Mesela evlendiğimiz günü. Bir yangını. Her şey soluk ve kesik kesik. Sadece evden çıktığımda bazen nereye gideceğimi unutuyorum. Rokaları yıkadım. Kapı çarptı. Selin. Selin Atasoy gitti. Makarnayı haşlayacağım. En sevdiğim tenceremi, turuncu tenceremi dolaptan almaya çalışırken yere düştü. O anı bekler gibi o korkunç gürültüyle karıştı çığlıklarım. Selin’in gidişini anımsadım. Neydi adı? Kocam. Benimle konuşmayı bırakmasına sevinmiştim. Sanki her gün bir çöp kendi kendini dışarı çıkarıyor gibi. Ama nedense tam da şu anda ona sarılmaya ihtiyacım var. Sarılıp Selin’in gidişine ağlayabilirdik. Belki de Selin bir daha geri dönmezdi. Artık büyüdü. Bazen varlığının bizi etkilediğini ve bu evde istenmediğini filan düşünüyor. Tüm bu düşüncelere ne gerek var? Artık özgür bir kadın o. Gidebilir. Biz de biraz sarılıp ağladıktan sonra yaptığım yemeklerin tadını çıkarabiliriz. Biraz şarap içer sonra sevişiriz. Eski günlerdeki gibi. Buna gerçekten ihtiyacım var. Benim okşanmaya, sessizliğe ihtiyacım var. Salata, makarna. Turuncu tenceremi yere düşürdüm sahi. Bu hasır sepette nerden çıktı böyle? Ben Sevim. Sevim Atasoy.

 

İçerden gelen gürültüyle sıçradım oturduğum yerde. Tencerelerin düşmesine, tabakların kırılmasına bazen musluktan akan suyun açık bırakılmasına bile alışkındım. Belki de bu yüzden tamamlanmıyordu bazı şeyler. Tamamlanamıyordu. Evde gri ve hastalıklı bir hava var. Beni boğan. Sürekli metal sesleriyle ve yemek kokularıyla dolu. Arada Selin’in odasından gelen korku filmlerinin abartılmış, efektli çığlıklarıyla dolu. Ama çığlık. Yere düşen tencerenin yankısında, bütün evi gezmiş ve sonunda benim odama kadar gelip beni sıçratmıştı. Süzüle süzüle içime kadar girmişti. Sanırım bana ihtiyacı vardı. Kalktım masamdan, bir yudum daha aldım viskiden. Bulduğum en ucuz viski. Hafif sendeledim ve mutfağa doğru yol aldım. Sevim bıçakları paketinden çıkarıyordu. Yüzünde sadece mutfaktayken oluşan o şeytani gülüşüyle bana ihtiyacı yok gibi görünüyordu. Turuncu tencere yerdeydi ve tezgahın üstünde paketi açılmamış hepsi birbirinin aynısı diğer bıçaklar vardı.

 

Gizem Akın

Gizem Akın

gizem@sekkahve.com

Back To Top