Geçmiş
Soğuğa rağmen sokaktaki kalabalık, çılgınca gecenin bitip tükenmezliğine akıyor gibiydi. Daimi bir endişe ile. Kalabalık ve yoksun…
Geceye devam edesim vardı. Veda etmek için erken miydi yoksa? Biraz daha düşünecek, biraz daha içecek, biraz da müzik dinleyecektim. Rahatsız edilecektim belki. Yani kalben. Vedaların kısa olmasını dilerim. Acısız. Giderken bir şeyler alsam mı ona? Ne seviyor pek bilmiyorum. Hiç anlatmadı. Belki vazoya anlatıyordur. Uzun uzun uzaklara dalıyordur gözleri. O gözler, ne zaman bir ses duysa uzun süre uzaklara bakardı. Nerede olursa olsun. Durmaksızın. Ve bu durmaksızın yaşanan duruma hayatım boyunca hiç ulaşamadım. Ama bu gerçekliğin içine yerleştim. Acı çekiyordu ve bir parçacık mutluluk takılıp kalmış bir şekilde ondan saklanıyordu sanki. Veya alıkonulmuş. Gözlerini sıkıca kapatıp, elleriyle kulaklarını kapatıyordur belki. Küçük, hep üşümüş elleri.
Kısa olmasını dilerim. Çünkü vedalar benim için her zaman berbat bir histi. Aidiyet gibi değil, soğuk. Evi gibi. Boş, temizlenmiş fakat davetsiz. Sokağın tam ortasında ama sessiz.
O eve her girdiğimde bütün ev yer değiştirir, kedi ben ve o. O, kucağında vazoyla bir kumsala düşerdik. Dalgaların kıyıya vuruşunu her bir zerrenizde hissederdiniz. Hiç konuşmadan geceyi dinler, hafif üşüyerek uyurduk. İçimdeki yalnızlık dışıma taşar, dalgalar daha da coşardı.
O eve her girdiğimde, tırmalanmış koltukta kucağında vazoyla ve ayak ucunda umarsızca yalanan kediyle bulurdum onu. Geldiğimi fark edince vazoyu abartılı bir sakinlikle yerine koyar önce camı açar sonra bana sarılırdı. O vazo sadece o an, kısa bir süre camın önünde öylece dururdu. Bir oyun gibi. Parmak uçlarım uyuşurdu. Hep.
Evler boyandı, insanlar taşındı, vazodaki çiçekler soldu, çiçekler soldukça, yenileri geldi, onlar da soldu. Yapayları gelmedi. Kristal vazo da hiç değişmedi. İçimi kemiren, gittikçe acıtan bu durumdan olabildiğince sıyrılmalıydım. Bu tabuyu yıkıp, yaşattığı şeyi kabullenmeden yoluma devam etmeliydim. Bu kaosun içine sürüklenme olasılığı ürkütüyordu beni. Onu seviyorum. Gitmeliydim ya da vazoyu kırmalıydım. Kırmaya da kıyamazsınız. Ama hep bir acımasızlık besleyebilirsiniz içten içe. Benim o vazoyu kırmam olağan durumu daha da karmaşıklaştıracaktı. Belki karanlık bir odaya küçük bir aralıktan gün ışığı sızacak, belki arınacaktık. Ama küçük bir ihtimaldi. İnanmamı zorlaştıran küçük bir ihtimal. Vazoyu kedi düşürseydi ya, şöyle istemeden. Sanki. Kedi. O ve ben. Uçsuz bucaksız bir çayıra düşecektik. Çırılçıplak. Kollarını açacaktı koşarken. Üşümeyecekti.
Vazoyu o kırmalıydı. Kırılma sesini bütün hücrelerinde hissedip, o sese kendini verip yeniden uzaklara dalar mıydı? Rahatlamaz mıydı yoksa?
Ben gidiyorum. Öptüm küçük ellerini. Öylece durdu. Tam da istediğim gibi kısa bir vedaydı işte. Demir kapı arkamda ağır ağır kapanırken, gecenin serinliği miydi burnuma acıtan, vazonun kırılmaması mı, bilemiyorum. Tam da istediğim gibi kısa bir vedaydı işte.