Sevgili arkadaşım Hasan Yunusların kaleminden…
Karanlık bir boşluktayım ve buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Geçmişim yok. Hiçbir şey anımsamıyorum. Ben kimim? Bilmiyorum. Ne zamandır buradayım? Belki aylar, yıllar belki asırlardır. Kendi varlığımın farkına vardığım andan beri hep buradaydım ve burada zaman kavramı yok. Hiç olmadı. Burası ıssız, karanlık… Vücudumu hareket ettiremiyorum. Gözlerimi açamıyorum. Uzun süredir su olduğunu düşündüğüm bu sıvının içinde kalmış olmaktan derim buruş buruş. Ağzımda dilimi hissediyorum, ancak en ilkel sesi çıkarmak bile mümkün değil. Çabalamam boşuna. Suyun içinde nefes alıp veremezsiniz. Ya öldüysem? Yoksa ölüm böyle bir şey mi? Eğer öldüysem ve ıssız bir denizin dibine doğru çöküyorsam, çoktan dibe ulaşmış olmam gerekirdi. Dünyada hiçbir deniz bu kadar derin olamaz. Ölmemiş olsaydım, dibe ulaştığımda, işte tam o an, bacaklarımla yumuşak zeminden kuvvet alıp yukarıya, yani yüzeye doğru bir ivme ve hareket yakalayabilirdim. Bence insan dibe çöküyorsa, önce en dibe vurmayı beklemeli. Bense bir dip akıntısına kapılmış gibi, oradan oraya sürükleniyorum. Korkuyorum ki cansız bedenimin kıyıya vuracağı bir sabah, rızkını denizde arayan balıkçılar, ellerinde yeni örülmüş ağları, ağızlarında umut dolu bir ıslıkla karşılayacaklar beni. Önce şaşıracaklar, sonra her ölümün erken olduğunu hatırlayıp gözleri nemlenecek. İnsanlar öldükten sonra cennete ya da cehenneme gider sanırdım, ne kadar yanılmışım. Araf dedikleri yer böyle bir yer olmalı. Nasıl oldu da kendimi böyle bir yerde buldum? Neden her şey gizemli bir bilmece gibi ve ben bu bilmeceyi çözemiyorum.
Kendimi zorlayıp hatırlamaya çalışıyorum. Geçmişten anımsayabildiğim sadece birkaç silik rüya, birkaç masal ve kadim tanrılara ait birkaç hikâye var. Bu hikâyeler tıpkı yeni doğan bir ceylan yavrusunun daha önce hiç karşılaşmadığı bir yırtıcı hayvanın varlığını hissettiğinde, içgüdüsel olarak korkup, güvenli bir yer araması ya da bir örümceğin ağ, bir arının bal yapmayı bilmesi gibi varoluşumuzla birlikte doğal bir şekilde ortak bilincimize ve genetik kodumuza işlenmiş hikâyeler. Sanki hepimiz bu hikâyelerle doğduk.
Mesela, umutsuz bir adam varmış bu hikâyelerin birinde. Tüm inandığı şeyler menziline ulaşan bir taşın camdan bir evi paramparça ettiği gibi yıkılmış. Adam için o ev tanrının evi miymiş? Kim bilir. Bu adam yaşadığı hayal kırıklığı ile kendisine verilen kutsal görevi yapmaktan vazgeçmiş. Daha doğrusu vazgeçebileceğini sanmış. Çünkü yapmak zorunda olduğu şeylerden ne kadar kaçmak istese de kaçamayacağını henüz bilmiyormuş. Onun hikayesinde insanların kaderini önceden belirleyen bir tanrı varmış ve bu tanrı asla zar atmazmış. Adam, ayın gökyüzünü bir lamba gibi aydınlattığı bir gece bir gemiye binmiş ve bir yolculuğa çıkmış.
Böyle hikâyeler bize o kadar tanıdık gelir ki, insanlar sanki böyle hikâyelerle doğmuştur. Ben bu hikâyeyi nereden hatırlıyorum? Yoksa rüyamda mı görmüştüm? Rüyamda, denize açılan bir gemi azgın dalgalar arasında bir ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Sanki dünyanın tüm rüzgârları ilahi bir gücün etkisiyle oraya doğru esiyordu. Deniz kaynayan bir su gibiydi. Tayfalar, ellerinde tahta kovalarla gemiye dolan suları boşaltırken, kaptanın dalgalar kadar gür sesiyle kendilerine gelmiş, kaptan, fırtına böyle devam ederse yelkenlerin çatırdayarak ikiye ayrılacağını, su almaya devam eden geminin yavaş yavaş batacağını haykırmıştı. Gemidekilerin yüzünden taşıdıkları günahların ağırlığı ve çaresizlikleri okunuyordu.
Hayır, hayır rüya değildi bunlar. Ben o gemideydim. Kaptan, gemideki tayfaların ve yolcuların, her birimizin yüzüne tek tek bakmıştı. Sanki uyuyan suları içimizden bir uğursuz uyandırmış gibi… Hangimizin yüzünden ne anlamlar çıkardı, söyleyemem. Geniş kanatları ve alacalı tüyleriyle alçaktan uçan bir albatros kuşunun gölgesini görmek için, ben de kaptanın gözlerine baktım, ama o gözlerde sadece kendimi gördüm. Kendimi, bir yük gibi taşıdığım günahı ve kaderinden vazgeçen bir adama tanrının ne kadar zalim olabileceğini. Kaptan gemide uğursuz bir kişi olduğunu, aramızda çöp çekeceğimizi ve en kısa çöpü çekenin denize atılacağını söylemişti. En kısa çöpü hangimiz çekmiştik? Ben mi? Bu içinde bulunduğum durumu açıklayabilir belki. Eğer en kısa çöpü ben çektiysem denize atılmış olmalıyım. Şimdi de suyun içinde süzülüyorum ancak burası daha durağan ve daha karanlık. Yıldızsız bir gecede denizin altı bu kadar karanlık olabilir tabii. Öyle gecelerde denize yakın olmak bile insanı ürpertir. Bazen tekinsiz ve huzursuz bir yerdir deniz. Ancak bulunduğum yer tam tersine rahat ve korunaklı. Sıcaklığını hissedebiliyorum. Fakat sessiz, kendi kalp atışınızı duyabileceğiniz kadar. Bazen iyice dinlersem başka sesler de duyabiliyorum, benim kalp atışıma benzeyen başka bir kalbin ritmik vuruşunu.
Sanıyorum ki hikâyenin sonunu hatırladım, evet bu rüya değil bir hikâyeydi. Kadim zamanlarda tanrının verdiği görevi yapmaya artık devam edemeyeceğini acı içinde fark eden ve her şeyden, inandığı tanrıdan bile kaçmak için bir gemiye binip yolculuğa çıkan bir adamın hikâyesi. Fırtına geldiğinde, kaptan gemideki uğursuzu tespit etmeyi doğanın kutsal düzenine bırakıp herkese farklı boylarda kırılmış çöplerden çektirmişti. En kısa çöpü çeken bu adam, ilahi bir gücün çizdiği kadere boyun eğerek denize atılmış ve denizde bir balina tarafından yutulmuştu. Bu büyük su canlısının karnında üç gün geçirdikten sonra tanrıya yalvarmış, dualar etmişti. Sonunda bir mucize gerçekleşmiş, tanrı tarafından affedilen bu adam, balinanın karnından hiç zarar görmeden, yolculuğa başladığı yerde kıyıya çıkmış, yarım kalan görevini tamamlamak için birlikte yaşadığı insanların arasına dönmüştü.
Artık hiç şüphem kalmadığını söyleyebilirim, evet sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bu hikâyedeki adam benim. İçinde olduğum durumun zaten başka bir izahı olamaz. Öyleyse yapmam gereken şeyi de biliyorum. Bu yolculuğun başladığı yerde bitmesi için tanrıya dua edip yalvarıyorum.
Şimdi size bunları anlatırken tanrı dualarımı kabul etmiş olmalı, çünkü o küçük mucize gerçekleşmeye başladı. Baş aşağı bir hareket hissediyorum, yavaşça dar bir geçitten geçerken bir el başımı kavrayıp beni hafifçe dışarı doğru çekiyor ve tek eliyle iki ayağımdan tutup baş aşağı sallandırıyor. Kaba etime çarpan sert bir tokat darbesiyle kendime geliyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıp ağlamaya başlıyorum. Sevinç gözyaşları. Göbek bağım ustaca kesilip, yumuşak bedenim kalın kumaştan temiz bir örtüyle sarıldıktan sonra annemin sıcak kucağına bırakılırken düşünüyorum. Bazı hikâyeler vardır, daha önce hiç duymamış olsak bile içten içe bildiğimiz, bize tanıdık gelen hikâyeler. Sanki bu hikâyelerle doğmuşuzdur. Bu hikâyelerde bazen mucizeler de olabilir. Hem her bebeğin dünyaya gelişi, başlı başına bir mucize değil midir?