-Ormanın içinde oldukça izole bir evde yaşadığını düşün. Bir gece, biri kapıyı çok sert bir şekilde çalıyor ve açıyorsun. Adam paniklemiş. Bir katilin onun peşinde olduğunu söylüyor ve “Beni sakla!” diye yalvarıyor. Saklıyorsun…
Necdet baba bir yudum daha alıyor rakısından. İçimdeki yalnızlık hissi gitgide kayboluyor. Kedi. Balık. Sarhoşun biri.
-Adamın doğruyu söylediğine inandığın için, onu bodrum kata saklıyorsun. Kapı bir kez daha çalıyor. Bu sefer katil, elinde silahıyla, oldukça sinirli. Karşında dikiliyor. Ne diyordum sahi…? Az önce bodruma sakladığın adamı, tüm ayrıntılarıyla tarif edip, “Bu adam nerede biliyor musun?” diye soruyor. “Evet, bodrum katında!” demek durumundasın.
Sarhoş olmak üzere…Bana yapmamam gereken bir şeyi böyle tuhaf örneklerle anlatmasına alışkındım. Ekşi nefesi ihtiyarın. Bir yudum daha…Kapıdaki katil.
Kendi kendine gülmeye devam ediyor. Oradan oraya savruluyor anıları, anlatmak istedikleri. Git! diyorum içimden. Hava serinlemeye başladı. Yüzüme vuran serinliği içime çekip, yeniden başlayacağım geceye. Git diyorum ya da gitme!
Bir yazı ilişiyor gözüme. Bakarken denize. Tam yan masada…-Mısır’ın birinci hanedanının altıncı firavunu Anedjib…- Küllükteki izmarit kokusu geliyor burnuma, midem bulanıyor. Ne olduğunu merak ediyorum. Yorgun. Meraklı ve yorgun… Geceyi onunla geçirecektim. Yaşamın karmaşasında nasıl da parladığını göremiyorlar. Dinlemiyorlar. Hüzün akıyor içime. Anlatmaya başlıyor hemen…
Bir hırsızın, bütün hayatını yalanlar üzerine kurup, bütün insanlığa inandırmasını yazacakmış. Bilim insanı olduğuna inandırmasını. “Kim?” diyorum. “O adam işte! Yarım kalmış, yazamıyor. Çalışıyor ama, yazamıyor. Sana ben yazayım!” diyor. Yorgunum. Deniz. Rüzgarda sallanan şemsiyenin altında bir sandalye. Yalnız. Necdet baba, günün bazı saatlerinde bu sandalyeye oturup, müşteri çeker. Hasır şapkasını takıp, dans ederim onunla. O şemsiyenin altında. Arabalar geçer…
Yazmaya başlıyor, tütününü sarıyor önce. Yıldızlara bakıyorum bir süre…
-Bir gazete haberi… Mısır’da bir hazine odası bulunmuş. Haber olmasının nedeni, odanın içinde gizli bilimsel kaynaklar bulunmasıymış. Bunun, hırsızları hazineden uzak tutmak için söylenen bir yalan olduğunu düşündüm. Mısır’a gidebilirdim! Bunun için o zamanlar herhangi bir engelim yoktu…
Etrafına bakıyor. Sanki engelleri arar gibi. Zaten hep arar gibi.
-Altı gün süren araştırmamın sonunda hazine odasının yerini öğrenmeyi başardım. İnsanlara zarar vermekten hiç hoşlanmam ama hazine odasının girişindeki askerlerden birisinin kafasına daha sert vurmuş olabilirim.
Gülüyoruz…
-Umarım ölmemiştir! Odanın içinde kitaplar vardı. Paramparça olmuş, neredeyse çürümüşlerdi. Ne derisi bilmiyorum, tuhaf bir kilitle mühürlenmişlerdi. Değerli olabileceğini düşündüğümü çantama koydum. Girdiğim yönün aksinde, kazı çalışmalarında çöken bir açıklık kestirmiştim gözüme…Hemen oradan kaçtım. Rastgele Nil Nehrinde yüzen kayıklardan birini çaldım.
Kendimi tutamadım. Gülmeme bozulmuş gibi baktı. Yaşarmış gözlerine, kocaman kırmızı burnuna baktım. Hayranlıkla…İçten içe güldüğünü görüyorum. Kedi. Deniz. Ekşi nefesi.
-Devam etsene! Kayığı çaldın, peki ya sonra?
Tereddüt etmeden devam etti. Bir kere daha gülümsedim ona…
-Hangi yöne gideceğim konusunda hiç bir fikrim yoktu. Gittiğim yön beni açık bir denize götürdü. Kayık…İskenderiyeyi bir şekilde buldum ve öyle işte! Başa çıkamıyorum…
İçimi bir sıcaklık kaplıyor.
-Devam etsene!
-Kitabın kilidini kırmıştım. İçinde başka bir altın olup olmadığını kontrol etmek istemiştim. İçinde tuhaf çizimler vardı. Kitabın altın çerçevesi dışında, hiç bir şeyi satamadım. Tarihi eser olduğuna inandıramadım şerefsizleri! Kitaptaki şekiller ilgimi çekti ve mantığımla çözmeye başladığımı fark ettim. Masam, sokağın zemini ile aynı düzlemdeydi. Bodrum katında yapmaya çalışıyordum her şeyi…Boşver! Uykum geldi.
Yarım kalmış o yazıyı bir şekilde tamamlamıştı işte. Gülüyoruz…Gidiyor. Güzel gözlü karısının yanına. Bir tütün daha sarıyor önce. Uyutuyor ihtiyarı kadın. Ürperiyorum…Yıldızlara bakıp uyuyacağım bu gece. Her gece. Her gece gibi. Günün en güzel saatlerinde. Gün doğmak üzereydi, ‘Özgür Ruh’ çalıyordu…