Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında, sanırım kış ortalarıydı. Ne kadar zamandır aynı gökyüzünün altında yaşadığını çok zor hatırlıyordu. Zaman, kelepçelerini çıkarıp gideli baya olmuştur. Tam da durduğu yerde, bu varış noktasında kusma hissiyatı bitmişti. Aynı noktada. Aynı ucuz barın önünde. Aynı mevsimde. Uzun -çok uzun- bir yolculuktan sonra, bu uçsuz bucaksız sarılığa yerleştiği gibiydi yüzündeki gülümseme.
Her sabah, uyanmaması gereken bir saatte uyanır, kahvesini bile içmeden, bedenine sıkışmış ruhunu bir de sıkıcı kravatlarla iyice bastırıp çıkardı evden.
Dışarıdaki gürültü, kafasındaki trafikten daha az yorucuydu. Elindeki derileri hafif parçalanmış çanta, her geçen gün bir kilit daha vurduğu benliğinden daha hafifti. Yere bakarak yürürdü. Her yer sis içinde. İçi. İçi buz gibi. Hep buz gibi. Saniyeler bile şaşmazdı akşam eve geldiğinde. Aynı koku. Aynı ses. Sayısı belli sigaralar, cızırdayıp duran şu dehşet verici ekran.
Dışarıdaki gürültü, olağandı. O gün biraz daha kamburdu sanki. Bugün, hiç konuşmadığını farketti. Aslında her gün bugün konuşmazdı. Gelen asansör, içindekilerle beraber nasıl da yapaydı. Bugün, kusacak gibiydi. Kusmak istiyordu. Yeter!
Kalabalığın ortasında öylece durdu. Hayatının tereddüt rotasındaydı. Koşmaya başladı. Bu bir kaçış değil, kesinlikle bir varıştı…
Ölümsüz tekdüzeliğini bir an bile sorgulamayanlar, şaşkınlıkla izliyorlardı. Bir adam. Bir deli de olabilir. Ya da oldukça coşkulu bir duygu patlaması yaşayan bir adam. Sadece koşuyor. Kaçar gibi değil sanki, bir yere yetişir gibi mi? Koşarken ceketini fırlatan, kravatını zorlukla çıkarmaya çalışan bu adam nerdeyse ezilecek!
Yaşadığı birkaç durumdan sonra, o ucuz barın önündeydi. Durma ihtiyacı hissettiği, başlangıç tünelinde ışığı gördüğü yerdeydi.
Doğa, uyanmaya başlamıştı… O da hala biraz sarhoş. Bardaki kahkahalar ve banjonun sesi ara sıra kendisini hatırlatıyordu. Gülümsedi yeniden. Her gün, bu uyanışa gülümsedi. Ormandaki barakasına doğru yol aldı. Biraz uyumalıydı.